10 Ağustos 2011 Çarşamba

...

Önümdesin.

Bana bakıyorsun.

Gözlerini görüyorum. Göz bebeklerinin en dibini. Çok karanlık. Sonuna kadar açılan, açıldıkça bütün ışığı bir kara delik gibi içine çeken göz bebeklerin bir o kadar karanlık, donuk. Kirpiklerin usulca perdeliyor deliklerini.

Burnunu görüyorum. Yüzyıllardır uyuyan bir volkan gibi. Ama artık uyanmış. Uyandırılmış. Bir korkuyla uyandırılan bu volkan, tüm göklerin havasını içine çekiyor, büyük bir homurtuyla. Ve bu hava, yakıcı, katran, isli ve boğucu lavlarla birlikte dışarı çıkıyor.

Ağzını görüyorum. Bin yıllık susuzluğunun son raddesine gelmiş. Yeryüzünün en büyük kanyonlarından bile daha büyük yarıklarını seçebiliyorum dudaklarının. Uyanan volkanın lavları kanyona kadar ulaşıyor. Bütün çatlakların en dip noktalarına kadar. Yarıklar sıcak lavla dolup taşıyor.

Kulakların,büyük bir çan çalıyor. En büyük dağların en yüksek noktalarındaki tapınaklardan vuruluyor tokmaklar.

Sonra, bir yağmur peydah oluyor. Çok kısa, Çok yumuşak, ılık ve tuzlu. Son bir kez aralanıyor, içine giden kara yolun kapıları. Işığın tüm zerreciklerini içine almak istercesine genişliyor kara deliklerin.

Yeryüzündeki bütün denizleri dalgalandıracak, bütün bulutları bir noktada toplayacak, bütün ağaçların bütün yapraklarını sallayacak bir rüzgar esiyor. Sanırım bu son rüzgar. O olmayınca yerlerde ve göklerde hiçbir kıpırtı olmuyor. Hiçbir kuş uçmuyor ve hiçbir tohum döllenmiyor.

O an yerler ve gökler bir fotoğraf oluyor.

Bir kez ve son kez görülen bir fotoğraf.

"mutluluk"

O bana "umarım, gittiğin yerde mutlu olursun" dedi !

Ben O'na "mutlu olmak için bir yer var mıdır?" diye sordum.

Hayat boyunca bu yanılgıya düştük sanırım. Mutlu olacağımız bir yer aradık, zamanın gelmesini bekleyerek. Ancak farkında olmadığımız bir şey vardı ki , mutluluğun daim olduğu bir yer ve zaman yoktu.

Mutluluk hayat boyunca anlık bir zamanda ve mekanda vuku bulmuştu hep. Hiçbir zaman sabit olamayacağı gibi, hiçbir ölçüsü de yoktu, herhangi bir kalıba sokmak için. Yani bir insan cennete de gitse -ki varsa öyle bir yer- orada geçirdiği her anda ve bu anların toplamında bile mutlu olamazdı. Zira, dedim ya mutluluk anlık bir yaşamdı. Bir meyveyi dalından koparmak gibi, denizin tuzlu kokusuna alışmadan önce bir kaç saniye için farkında olmak gibiydi.

Mutluluk sabit bir yere ve zamana asla sahip olamadı. Çünkü sabit bir yer olmadı ki yeryüzünde ve tüm evrende. O, sadece anların, mekanların ve insanların aynı yerde bir arada olmasıydı. Tıpkı güneş tutulması gibi birşeydi. Evet, güneş tutulmasıydı mutluluk.

Bu yüzden hiçkimse ve herkes gibi bende, ne gittiğim yerde ne de yaşadığım anların toplamında mutlu kalabildim. Sonra da aradım. Birçok yere gittim ve birçok zaman yaşadım. Anlamam için gitmem ve yaşamam gerekti. Ne sabit bir yer vardı, ne de sürekli bir zaman.

Mutluluk her andı yerlerin içinde, ya da her yerdi tüm anların içinde.

24 Haziran 2011 Cuma

Falcı

Bir yolcu gördüm...

Kavşaktaki kayanın üstüne bağdaş kurmuş, gelen geçenin falına bakıyordu.

Baktığı fal olsa bari...

Herkesin bir fotoğrafını çekiyor ve karşısında sabırla bekleyenlere tek kelimesini bile değiştirmeden hep aynı şeyleri söylüyordu:

"Elinin ayasına bakan yarını görür, el aynasına bakan şimdiyi." diyordu.

Ezberini  bozmak için heyecanla atıldım ve

"Peki, geçmişi gösteren nedir?" diye sordum,

Bir fotoğrafımı çekip elime verdi.
------------------0-------------------

Özcan Yurdalan
Bir Seyyahın Kaybolma Kılavuzu

27 Mayıs 2011 Cuma

yalnızlık üzerine

Nereden aklıma geldi bilmiyorum.

Ancak artık yazmam gerekiyor. Aklımda gittikçe çoğalan ve çoğaldıkça büyüyen kelimeleri bir şekilde kusmam gerekiyor. Ne mi yazacağım. Hiç. Belki de her şeyi. Sadece düşüncelerimi.

Aslında yazmayı sevmezdim. Beceremezdim de. Bana hep meşakkatli ve zor gelirdi. Belki de bu yüzden fotoğraf çekiyorum. Ama artık yazmam gerekiyor.

Plansız.

Zamansız.

Aklıma düştüğü gibi…

Kadıköy sokaklarında, ellerim ceplerimde, amaçsızca gezerken çoğalıyor kelimeler. Bir bombardıman gibi üşüşüyor hepsi. Cümleler ardı ardına geliyor. İçsel yansımalarım aslında bunlar. İçimi açıyorum. Yine kendi içime…

Geç gelen baharın beraberinde sürüklediği aşık olma isteğiyle doluydum. Oysaki yalnızlık çekiyorum. Hani derler ya kalabalığın arasında yalnız olmak. Öyle bir şey benimki de. Aşık olmak istiyordum. Aşık olduğum kadının, bilmeden, haberi olmadan suretlerini arıyordum. Kadıköy sokaklarında.

Neden buraya yazdım bilmiyorum. Yalnızlığımı paylaşmak için belki de. Buraya yazmasa ne yapar ki insan? OCÇ’nin bir gün sorduğu gibi. İnsan neden günlük tutar? Bir gün birileri okusun diye mi acaba?

Bir gün.

Bir zaman sonra.

Her şey olup bittikten, hayat yaşandıktan sonra.

Cesaret nedir diye soruyorum

Cesaret, içinden geçenleri, olduğu gibi haykıra bilmektir.

O anda.

Yaşanmışlık bitmeden.

Belki de yıllardır içimde biriken kelimeler için küçük bir cesaret gösterisi yapıyorum şu anda.
Aklıma geldikten hemen sonra.

Ama olmuyor. Her zaman olduğu gibi bilgisayar başında her şey siliniveriyor aklımdan. Boş boş ekrana bakıyorum. Kadıköy sokaklarında, ellerim ceplerimde, amaçsızca dolaşırken geliyor her şey aklıma. O anda yazmam gerekiyor. Her şey olageldiği anda. Hayatın sürdüğü anda. O puslu seslerin ve görüntülerin içinde. Oracıkta işte.

Bu yazıyı kimler okuyacak diye düşünmüyorum. Kimin okuduğu da önemli değil zaten. Hepimizin içinde bir yalnızlık süregeliyor.

Dikkatli olun siz okuyucular. Şu an kafamın içinde dolaşıyorsunuz. Şu an yalnızlığımı paylaşıyorsunuz. Size içimi açıyorum. Sakın kendi yalnızlığınızı benim yalnızlığıma katmayın. Ben kendi yalnızlığımla boğuşuyorum. Size tüm yalanlarımla, riyakârlığımla, ikiyüzlülüğümle içimi açıyorum.

Ve hemen kendi kendime soruyorum.

Acaba hangi insan bu vasıflardan yoksundur ki?

Kelimeleri aklımdan çıkarırken karşımdaki gece kondu mahallesine bakıyorum. Herhalde orada yaşamak daha insanca olurdu diye düşünüyorum. Egomuzla birlikte yükselttiğimiz apartmanlardan sıyrılıp gerçek insanların arasında insanca yaşamak.

Hayıflanıyorum.

Gözüm yaramazlık peşinde koşan kedime kayıyor. Yaramazlığından belli, henüz büyüyor. Bir arkadaşım söylemişti, kediler en çok iki heceli isimleri algılayabilirmiş. Ben bir isim koymadım. Ona, bir gün sahip olmayı çok istediğim “kızım” diye sesleniyorum. Yaramazlığına aldırmamaya çalışıyorum. Kendisiyle ilgilenmemi istiyor. Bense burada kafamı boşaltıyorum.

Yanımdan geçen otobüsün içindeki insanlara bakıyorum. Hepsi yalnız. Ben bir otobüste, onlar yanımdakinde. Bazılarıyla göz göze geliyorum. O anda yalnızlığımızı paylaşıyoruz. Sonra gözüm Kadıköy duvarlarına afiş asmaya çalışan çocuklara takılıyor. Bir konser afişine benziyor. Biraz daha dikkatli bakıyorum.

MFÖ yazıyor.

Ardından hemen aklıma geliyor.

Yalnızlık konusunda en güzel sözleri onlar söylüyor.


MusicPlaylist
Music Playlist at MixPod.com